Hani ‘Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı var.’ derler ya, çocukluÄŸumda aklımda kalanlarla bizim evde içilen her kahvenin hatırı en az 80 yıl olmalıydı. Çünkü yeÅŸil, çiÄŸ satın alınan kahve taneleri tepside dumanı üstünde tüten fincana girinceye kadar ve hatta yanında da bir kadeh likörle misafirlere sunulma sürecine kadar ritüeller silsilesi idi aynı zamanda.
Attardan (aktar) satın alınan kahve taneleri, uzun saplı bakır tavalarda ve odun ateÅŸi üzerinde ağır ağır kavrulurdu. Kavrulan kahvenın o ‘olma’ anı ayrı bir bilgelik gerektirirdi. Ne az ne de çok kavrulmalı tam kararında olmalıydı. Mufaktan sokaÄŸa taÅŸan taze kahve kavrulmuÅŸ kahve kokusunu bugün bile hatırlarım… Kavrulan kahve taneleri temiz bir beze yayılır ve soÄŸumaya bırakılırdı. Taze kavrulan kahve kokusu bir nevi yazılı olmayan davetiye görevi görür, kokuyu alan komÅŸular birer birer bizim eve gelirdi. Kahve taneleri, hemen hemen her evde bulunan taÅŸ dibekle buluÅŸtuÄŸunda, sıra tunçtan mamül ‘havan eli’ni imece üsuluyle tutmaya geçilirdi. Kahve var gücüyle dövülmeye baÅŸlanır, arada bir ‘hıh, hıh!’ sesleri duyulurdu. Kahveler dövüldükçe dedikodunun da dibine vurulurdu doÄŸal olarak. Daha sonrasında kahvenin olmazsa olmazı kakûle dövülerek içine katılırdı. Kakûle katılmadan kahve cezveyle asla buluÅŸmazdı. Dumanı üstünde tüten taze kahvenin ilki hemen oracıkta içililirken: ‘Güle güle için, kahveniz daim olsun’ denilirdi.
Evet, kahvemiz daim olsun.